Sayfalar

9 Haziran 2013 Pazar

Mustafa Kemal Atatürk'ün intihar eden manevi kızı Zehra Aylin

Mustafa Kemal Atatürk'ün intihar eden manevi kızı Zehra Aylin
Mustafa Kemal Atatürk'ün intihar eden manevi kızı Zehra Aylin


Zehra Aylin, Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü yakınlarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını söyledi. Pencereye yanaştı ve ne olduysa o an oldu. Bir rivayete göre dengesini kaybedip düştü, bir diğerine göre ise intihar etti

Geçtiğimiz hafta henüz Atatürk'ün doğru düzgün biyografisine sahip değiliz diye yazmıştım. O halde iş başa düştü. Atamızın bilinmeyen yaşamına ilişkin küçük bir katkı sunmak şart oldu. Atatürk'ün manevi kızları denince aklımıza bu dünyadan göçmüş olan Sabiha Gökçen, Afet İnan Hanımlar ve halen hayatta olan Ülkü Adatepe Hanımefendiler gelir. Ama Atatürk'ün manevi evlatları bu isimlerle sınırlı değildi. Rukiye, Zühre, Ömer, Afife, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim Tunçak ve Zehra Aylin...

Hemen hiçbiri hakkında doğru dürüst bilgimiz yok. Ne yaptılar? Nasıl bir hayat sürdüler? Kimle evlendiler? Çocukları oldu mu? Hiçbir şey bilmiyoruz... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ü artık Selanik-Samsun tarih tekerlemelerinden kurtarmamız lazım...

Mesela evlatlıklar arasında da akraba evlilikleri oldu mu?

O, Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü. Atatürk Sabetayistti

O Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü, Atatürk Sabetayistti
O, Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü. Atatürk Sabetayistti



Yahudi Bir Yazar Açıklıyor "Atatürk'ün Gerçek Kimliği"


24 Temmuz 2007’de The New York Sun editörü Hillel Halkin, köşesine ilginç iddialar taşıdı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 47 ile kazandığı seçimlerden iki gün sonra yazdığı yazıda Halkin, bundan 13 yıl kadar önce yazdığı bir makaleyle ilgili olarak ortaya çıkan yeni kanıtları ileri sürdü. Ben-Avi adlı bir gazetecinin otobiyografisine dayandırdığı iddiasına göre Atatürk bir Yahudi Dönmesi’ydi.* “O zamanlar Türkiye’sinde ayaklanmalar başlatacağından ve laik devrimi devireceğinden endişe” ederek yayınladığı yazısına, 2007’de e-postayla gelen cevaptaki diğer kanıtları da bu yazısında paylaştı. Timeturk’ün ortaya çıkardığı bu yazının tercümesini okuyucularımızın istifadesine sunuyoruz.


Atatürk’ün Türkiye’si devrildi.

Bundan 12 ya da 13 yıl kadar önce haftalık New York gazetesi Forward için çalışırken modern laik Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk hakkında bir yazı yazdım ve biraz da endişeyle gazeteye yolladım. Yazıda, Atatürk’ün babasının Yahudi, daha da net bir ifadeyle, Dönme olma olasılığıyla ilgili kanıtlar sunmuştum. Dönmeler*, 17’nci yüzyıl Mesihlik iddiasındaki Türk-Yahudi’si Sabetay Sevi’nin İslam’a dönmesinin ardından ona inanmaya devam eden takipçilerinin oluşturduğu heretik (batıl) Yahudi tarikatıdır.

Sevi’ye öykünerek Yahudi gizil hayatlarına devam eden ve dışarı karşı Müslüman görünen ayrı ve gölgeler içindeki grup varlığını 20’nci yüzyıla başarıyla taşıdı.Birçok biyografide Atatürk’ün babasıyla ilgili 3 ya da 4 farklı geçmiş verilir. Her ne kadar kimse onu Yahudi olarak tanımlamadıysa da, bunların farklılığı onun aile orijinin sakladığını düşündürmektedir. Bu kanıt, her ne kadar sınırlı da olsa, oldukça şaşırtıcıydı.

Yahudi gazeteci Itamar Ben-Avi’nin Uzun zamandır unutulmuş otobiyografisinde 1911’in geç kışında yağmurlu bir Kudüs akşamında barda tanıştığı genç bir yüzbaşıyı anlattığı bölüm bu kanıtın en güçlü yanıydı. Çok fazla araktan (arak=alkollü bir içiki) çakırkeyif olan yüzbaşı sadece tüm Dönme ve Yahudilerin bileceği ancak hiçbir Müslüman Türk’ün bilemeyeceği Shema Yisra’el ya da “Duy ey İsrail” duasının İbranice açılış sözlerini ezberden okuyarak Ben-Avi’ye Yahudi olduğu sırrını verdi.


Yazdığına göre, 10 yıl sonra, Ben-Avi, bir gazeteyi açtığında manşette Türkiye’de bir darbe olduğunu ve fotoğraftaki liderin o gece tanıştığı genç subay olduğunu gördü.O sıralar, Atatürk tarzı laikliğe İslamcı siyasi muhalefet güç kazanıyordu. Merak ediyordum, New York’ta Yahudi bir gazete modern Türkiye’nin kurucusunun yarı Yahudi olduğunu ilan etse ne olurdu?

Ayaklanmalar, Atatürk’ün heykellerinin yıkılışı, onlarla yarattığı laik devletin sallandığı gözlerimin önüne geldi. Tasalarımı kendime saklayabilirdim. Makale Forward’da yayınlandı ve herhangi bir yerden doğru dürüst bir geri dönüş olmadı ve Türkiye’de hayat eskisi gibi devam etti. Bildiğim kadarıyla yazdığımı tek bir Türk bile okumadı.

Sonrasında, birkaç ay önce, okumuş olan birinden bir e-posta aldım. Adını vermeyeceğim. Bir Avrupa ülkesinde yaşayan, iyi eğitimli, finans sektöründe çalışan ve sadık laik bir Kemalist olan bu kişi bana Forward’da makaleme rastladığını ve onunla ilgili tarihi araştırma yapmaya karar verdiğini yazdı. Atatürk’ün gerçekten de, 1911’in geç kışında Libya’da İtalyanlarla savaşan Türk kuvvetlerine katılmak için Mısır’dan Şam’a gittiğini ve rotasının Ben-Avi’nin onunla tanıştığını iddia ettiği yerden yani Kudüs’ten geçmiş olabileceğini keşfettiğini aktardı. Daha da ötesi, 1911’de Atatürk’ün gerçekten yüzbaşı olduğunu ve Ben-Avi’nin otobiyografisini yazdığında bilemeyeceği alkol düşkünlüğünün de tutarlı olduğunu belirtti. E-postanın Türk sahibinin parçaları birleştirerek ulaştığı başka bir şey de şu: Atatürk’ün doğduğu ve büyüdüğü Selanik, onun zamanında yüksek Dönme nüfusu olan büyük bir Yahudi şehriydi. Atatürk’ün gittiği ve “Şemsi Efendi” okulu da, Dönme topluğu lideri Simon Zvi tarafından yönetiliyordu. E-posta şu sözlerle noktalanıyordu: “Şimdi biliyorum, gerçekten biliyorum (ve bir parça bile şüphem yok), Atatürk’ün ailesi gerçekten Yahudi soyundan”.

Zaten benim de en ufak bir şüphem yoktu. Köşemin olası sonuçlarının azametiyle ilgili sanrılardan artık acı çekmediğimden değil, aynı zamanda Kemalist Türkiye’nin laik varlığının yıkılacağından korkmaya ihtiyaç olmadığından bu sefer daha az endişem vardı.Adalet ve Kalkınma Partisi’nin rakipleri karşısında laik Türkiye’nin, en azından Atatürk’ün öngördüğü şeklinin, tarihte kaldığını bile söylemenin mümkün olabileceği ezici bir zaferle tekrar iktidara döndüğü iki gün önceki Türk seçimlerinde resmen ve geri dönülmez şekilde yıkıldı.

Gerçekten sistematik olarak gizlemeye çalıştığı Atatürk’ün Yahudiliği, her şeyin üstünde, onun zamanında neredeyse her Türk’ün büyüdüğü din olan İslam’a karşı sert düşmanlığı ve İslamcı paydaşının sürüldüğü katı bir Türk milliyetçiliği yaratmadaki çelik iradesi gibi onun hakkında birçok şeyi açıklıyor. I. Dünya Savaşı’nda Hıristiyan Ermeni soykırımından ve 1920’lerde neredeyse tüm hıristiyan rumları sürmesinden sonra Türkiye’nin yüzde 99’unu oluşturan Müslüman çoğunluğunun dini kimliğini fena şekilde silmek isteyen bir dini azınlığın üyesinden başka kim olabilirdi? Atatürk asla Yahudi geçmişinden utanır gibi görünmedi. Sakladı çünkü saklamamak siyasi bir intihar olurdu. Onun mirası laik Türk devleti de bunu sakladı ve bununla beraber içinde niyetleri ve amaçlarının olduğu asla yayınlanmayan kişisel günlüğü de devlet sırrı olarak bunca yıl gizlendi. Artık saklamaya ihtiyaç yok. İslamcı karşıdevrim o ortaya çıkmadan bile Türkiye’de günü kazandı.

**********

Bir başka kaynak;

Mustafa Kemal’in 30 Eylül 1911'de Kudüs Kamenitz Oteli’nde yahudi Eliezer Ben Yehuda’nın oğlu Itamar Ben-Avi ile sohbeti:

Mustafa Kemal: “SABETAY SEVİ’nin soyundan geliyorum. Kendisine hayranım. Keşke bu dünyadaki bütün yahudiler onun mesihliği altında birleşse..” (yani hem burda bir yahudi olduğunu hemde yahudi inancına bağlı olduğunu söylüyor..)

Yahudi Mustafa Kemal: “Evimde Venedik’te basılmış eski bir TEVRAT var. Babam onu okumam için bana Karaim Yahudisi bir muallim tutmuştu. Öğrendiğim ayetlerden bazılarını hala hatırlayabiliyorum.” dedikten sonra biraz düşünüp..

“SHEMA YISRA’EL, ADONAI ELOHENU, ADONAI EHAD!” (yani “Dinle ey İsrail, Rabbin olan Tanrı tektir”) demiştir. Bu dua yahudilerin ünlü Shema duasıdır. Kâfir yahudi Mustafa Kemal demek ki, gizliden gizliye yahudi ibadetini ediyormuş, yani dinine bağlı bir yahudi hemde..

Daha sonra yahudi Itamar Ben Avi’nin “Efendim, bu Yahudilerin en mühim duasıdır!” demesi üzerine yahudi Mustafa Kemal: “Benim de gizli duamdır bayım, benim de..” diyerek etnik kökeninin ve dininin yahudi olduğunu beyan etmiştir.. (Kaynak: Uluğ İğdemir: Atatürk’ün Yaşamı, I. Cilt, sahife 23, T.T.K. yayınları, 1980)



Atatürk'ün ilk mektep hocası olan, Atatürk'e ilk ve temel terbiyesini verenlerden olan Şemsi Efendi, Türk ve Müslüman gözüken hain Sabetaycılardandı. Asıl adı Şimon Zvi olmasına rağmen bizlerin arasında Şemsi Efendi diye anılıyordu. Mezarı da Üsküdardaki Bülbülderesi Sabetaycı mezarlığındadır. Şimon Zvi (Şemsi Efendi)'nin yaşayan torunuz Ilgaz Zorlu bu gerçekleri ispat etmiş ve açılan mahkemelerden beraat etmiştir. 



Selanik'ten ne çıkar? Bol Yahudi çıkar!

Selanik'ten ne çıkar? Bol Yahudi çıkar!
Selanik'ten ne çıkar? Bol Yahudi çıkar!



Atatürk'e 12 yıl gece gündüz hizmet etmiş olan Cemal Granda'nın anılarından;

Atatürk uysal bir insan değildi. Hatta haşin olduğu dahi söylenebilirdi. Böyle olduğu halde çok terbiyeli, çok olgun, çok merhametli, çok hoşgörülü bir insandı. Temiz kalpliydi, alçak gönüllüydü. Gösterişten uzaktı. Vazife başında laubaliliğe yer vermez, fakat özel yaşantısında sevdiklerinin nazını çekerdi.

Bir gün Çankaya'da eski köşkte Selanikli berber Mehmet ve berber Rıdvan'la antrede oturmuş konuşuyorduk. Berberlerin ikisi de Atatürk'ün hemşehrisi olduklarından kendilerini imtiyazlı sayarlar, yüksekten konuşurlardı. Bu şekilde -şaka da olsa- böbürlenerek dolaşmalarına çok içerlerdim ama yine de renk vermemeye çalışırdım. O gün yine zayıf tarafımı bulmuşlar, bana şakadan takılıyorlar: 'Biz Selanikliler olmasaydık, siz kurtulamazdınız...' diyorlar, ben de cevap olarak: 'Biz kendi kendimizi kurtardık. Selanikliler'e ihtiyacımız yok. Hem Selanik'ten çıksa çıksa Yahudi çıkar...' diyordum.


O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen Atatürk'ü görmemiştik. Konuşmalarımıza istemeyerek kulak misafiri olmuş ki, o akşam sofrada bir Selanikli olan Nuri Conker'e damdan düşer gibi sordu: 'Nuri Bey Selanik'ten ne çıkar?'

O anda beynimin karıncalandığını duyar gibi oldum. Demek korktuğum başıma gelmişti. Atatürk konuşmalarımızın hepsini duymuştu.

Nuri Conker Atatürk'ün nazını çektiği, kaprislerine katlandığı eski bir çocukluk arkadaşı olduğu için aklına eseni söylemekten çekinmeyen biriydi.

Bu nedenle de ciddi ciddi 'Sen çekil de biraz da biz Cumhurbaşkanılğı yapalım' diyecek kadar ileriye gittiği zamanlarda bile Atatürk gülüp geçer, işi şakaya boğardı. Fakat bu seferkinin şakaya gelir yanı yoktu.

Nuri Conker, sanki bütün konuştuklarımızı biliyormuş da, beni korumak istercesine; 'Bol Yahudi çıkar Paşam' demesin mi?

Bunun üzerine Atatürk yüzünde alaylı bir gülümsemeyle daha önce kulağına çalınmış dedikoduların tümüne karşılık verdi:

'Benim için de bazı kimseler -Selanik'te doğduğumdan- Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lazımdır ki, Napoleon da Korsikalı bir İtalyandı. Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları lazımdır.'

O günkü kadar utandığımı ve Atatürk'ün karşısında küçüldüğümü on iki yıllık hizmetim süresince hatırlamıyorum. O günden sonra da Selanik kelimesini bir daha ağzıma almadım.

''Senin soyadın 'Eşek' olsun'' Türkiye'de bir Soyadı Kanunu komedisi

'Senin soyadın 'Eşek' olsun,'  Türkiye'de bir Soyadı Kanunu Komedisi..
'Senin soyadın 'Eşek' olsun,'  Türkiye'de bir Soyadı Kanunu Komedisi..



" Dünyada özellikle diasporadaki Yahudilerin kendilerine aldıkları soyadlarında bir benzerlik vardır. Soyadları genelde berg, man ve men ekleriyle biter. Örneğin ünlü Amerikalı Yahudi yönetmen Steven Spielberg gibi...
Peki bizde neden bazı aileler, kendilerine man men ve berk takısı olan soyadlarını aldılar. "


_____


Bana Soyadını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim!


Nereden geliyor hepimizin ikinci isimleri... Dönüp başa baktığımızda, her zamanki adaletsizliğin soyadlarımızda da olduğunu görüyoruz. Önce elitlere ve asil ailelere, yağlı ballı soyadları dağıtıldı. Sonra kalan siyah Türklere ise verilen listeden ne denk gelirse o soyadı olarak takıldı. Çok tuhaf olanlar da buradan yadigar kaldı: Yalak Memeci, Hıyarcı, Dönek, Sıçan, Korkak Kıro, Kalça, Damızlık, Angut, Eşekcanbazı, Öküz, Tavuk, Gıcık, Öldürür, Şebek..


Ülkemizde ışık hızıyla değişen gündemi örneklemek için hep şu örneği verirdim. 'Bizdeki bir haftalık gündemle Norveç bir yıl idare eder.' Sanki birileri duymuş olacak ki Norveç de, Güney ülkelerinin bir türlü başlarını alamadıkları terör belasına çattı. Şimdi mutlu ve huzurlu Kuzey ülkesi de bizim gibi diken üstünde uyuyacak. Ne yazık... Bu hafta izninizle akıp giden gündemin biraz dışına çıkayım. Uzun zamandır yazmak istediğim bir konuya gireyim.


VAHİM HATA MAZERETİ


Türkiye'nin en çok hata yapan kurumu herhalde Nüfus müdürlükleridir. Hem isimlerimiz hem soyadlarımızda o kadar çok ve vahim hatalar yapılır ki!
Mazeretini de hemen üretiveririz. 'Bizim soyadımız aslında şu olacaktı ama nüfus memuru yanlış yazmış böyle olmuş' diye...
Oysa gerçekte öyle midir? nüfus memurları bu kadar sık ve büyük hatalar yapar mı?

Hayır! İşin aslı pek öyle değil. Yani o kadar basit değil!..
O halde soyadı meselesine şöyle bir uzanalım mı? Ne dersiniz?

Atatürkçü olan olmayan herkes okumalı; Kaç çeşit Atatürk var? Hangi Atatürk gerçek?

Kaç çeşit Atatürk var Hangi Atatürk gerçek
Kaç çeşit Atatürk var Hangi Atatürk gerçek



Ben gözümle görmedim, anlattılar: Atatürk, Anadolu'nun direniş ruhu­nun nasıl örgütlendiğinden söz eder­ken 'küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar doğabileceğini' söylemiş.

Sonra bu söz "Küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurur" diye pankart olup asıl­mış.
Nereye biliyor musunuz?
İtfaiyenin girişine...


Atatürk'ü hepimizin değilse de, çoğumu­zun yanlış ya da hiç değilse eksik anladı­ğımızı söyleyebiliriz.
Yıllar önce TRT'de Üç Yalancı diye bir program vardı.
Üç tiyatro oyuncusu yan yana dizilir, ek­randa gösterilen bir nesnenin ne olduğunu anlatırdı. Mesela birisi o nesnenin bir motor parçası, diğeri çocuk oyuncağı olduğunu söyler, üçüncüyse savaş meydanında bu­lunduğunu iddia ederdi. Yarışmacı 'üç yalancı'dan hangisinin doğru söylediğini bulmaya çalışırdı.
Günümüzün Atatürk tarifleri biraz bu ya­rışmayı andırıyor.
Baksanıza, Ata'nın müzede sergilenecek balmumu heykeli, gerçek boyuna uygun olarak 1.68 yapılınca, Atatürkçüler "Bu çok kısa" diye tepki gösteriyor ve heykelin boyu sipariş üzerine 1,85'e çıkarılıyor.
Boyu konusundaki karmaşa, fikirleri ko­nusunda da yaşanıyor.
Atatürkçülük modası öyle bir hal aldı ki, artık herkes ondan bir parça koparıyor,  o parçayı öne çıkarıp ona övgüler düzüyor. Zamanla Atatürk'ün sadece o parçadan iba­ret olduğuna kendisi de inanıyor. İşte o yüz­den, bütün bu parça-koparıcılar kadar çok sayıda Atatürk çıkıyor ortaya...

Ne demek istediğimizi anlatmak için Ata­türkçüler listesine şöyle bir göz atmak yeterli:
Adnan Hoca da Atatürkçü, Doğu Perinçek de.
Popçu Çelik de Atatürkçü, 'ordu göreve' pankartı açan gençler de...
Erbakan Başbakanken "En büyük Ata­türkçü biziz" demişti; tabii onu hapseden Kenan Evren de...
Eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, partisinin başkanı Tansu Çiller'in yarım yüz fotoğrafını Atatürk'ünkiyle eşleştirecek ka­dar Atatürkçüydü...
Bu kadar farklı eğilimden insan, aynı li­derden "Bizim önderimiz" diye söz ediyorsa bu işte bir yanlışlık olmalı.
0 zaman da sormak gerekiyor:
Kaç farklı Atatürk var?
Ve hangisi gerçek Atatürk?

Aslında 'Kuvvacı Atatürk' demek daha doğru...
Kuvvacılarınki, post bıyıklı, kalpaklı, antiemperyalist bir lider.
Daha 1960'larda Deniz Gezmiş, anti-Amerikan gençlik mücadelesine başlarken babasına şöyle yazıyordu:
"Sana müteşekkirim, çünkü Kemalist dü­şünceyle yetiştirdin beni... Küçüklüğümden beri evde Kurtuluş savaşı anılarıyla büyü­düm. 0 zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Biz Türkiye'nin ikinci kurtuluş savaş­çılarıyız." Bu antiemperyalist ve sivil direniş­çi ruh, bugün de siyasal alanda pek çoklarına ilham veriyor.
"Ordu göreve" diyen Türk Solu dergisi, kalpaklı Mustafa Kemal kapağıyla çıkıyor.
Kemal Paşa'nın 1920'de bir komünist par­tisinin kurucusu olması, Lenin'e 'ezilen mil­letleri emperyalizmin hegemonyasından kurtarmak için' mektup yazması 'Solcu Ata­türkçülerin dayanakları...

Onun Anadolu halkına hitaben yayınladı­ğı bir beyanname elden ele geziyor:
"Müslüman kardeşlerim, komünist arka­daşlar...! .
Büyük devletler yeni bir Müslüman kur­banını boğazlıyorlar. Onu yok etmek azmin- dedirler. Fakat biz, elde silahımız, anavatan topraklarını savunarak ve haklarımızı haykı rarak ölmesini bilenlerdeniz. Köylülerimiz topraklarını, yurtlarını ve köylerini istilacıya karşı müdafaa ederken, şehit düşerken emin olabilirler ki, yakın bir zamanda bütün İslamiyet, komünizmle birlik olarak onların intikamını alacaktır."

Ata'nın sağlığında yazılan tek biyografi­sinde H. C. Amstrong, ona 'Bozkurt Atatürk' ismini takmıştı.
Nazım Hikmet'in tabiriyle 'sarışın bir kur­da' benziyordu.
MHP Kongresi'nde asılan bir afişte o Atatürk'ü, bıyıkları fırça darbeleriyle sarkıtıl­mış, sert bakışlı bir asker olarak tanımıştık.
Ülkücülerinki, "Komünizm gördüğü yerde ezilmelidir" dediği öne sürülen, daha 1933'te Sovyetler'in ilerde dağılabileceğini görüp "Oralardaki dili bir, inancı bir, özü bir kardeş­lerimize sahip çıkmalıyız" diyen bir 'başbuğ'.
Atatürk, 1927'de piyasaya çıkarılan 5 ve 10 liralık banknotların üzerine bozkurt resmi koydurmuştu.
1930'da tarihçilere 'Türk tarihinin ana hatları'nı yazdırmaya başladığında, İslam'ın Türk tarihinin sadece bir bölümünü oluştur­duğunu, oysa ondan önce de Türklere ait şanlı bir mazi bulunduğunu anlatmıştı. Alfa­bede, giyside, müzikte Osmanlı'yı çağrıştı­ran ne varsa silmeye çalışıyordu.
Yıllar önce Celal Bayar'ın damadı Ahmet ihsan Gürsoy'dan dinlediğim bir anıyı bura­da nakletmekte yarar var. Gürsoy'un anlattı­ğına göre Atatürk, 30'lu yıllarda Türk bayra­ğını da değiştirmeyi düşünmüş. Çünkü ay- yıldız simgesinin Osmanlı'yı ve Arap dünya­sını çağrıştırdığına inanıyormuş. Türklere yeni bir ulusal kimlik kazandırmaya çalışır­ken, ona islamiyet öncesi köklerini hatırla­tan bir bayrağın yakışacağını hesaplamış ve Göktürk'lerin bayrağını düşünmüş.

O proje gerçek olsaydı, bugün Türk bay­rağında ne olacaktı biliyor musunuz:
Mavi fon üzerinde yeşil bir kurt profili...

Kürtlerin Atatürk'ü
Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçtikten sonra Amasya'dan Kâzım (Karabekir) Paşa' ya çektiği telgrafta şöyle diyordu:
"Ben Kürtleri ve hatta bir özkardeş olarak tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu cihana göstermek karar ve azmindeyim."
Bu kararla, Amasya protokolünde 'Türk­lerin ve Kürtlerin oturdukları yerler' diye ad­landırılan ülke için milli mücadele başladı ve BMM kuruldu.
Meclis'teki ilk tartışmalardan biri Kasta­monu Mebusu Yusuf Kemal Bey'in, "Türkle­rin sağlığı korunmalıdır" demesiyle patla­mış, Sivas Mebusu Emir Paşa, bu vatanda sadece Türklerin yaşamadığını hatırlatmıştı. 0 aşamada, Mustafa Kemal Paşa devreye girmiş ve 'Meclis'in sadece Türklerden de­ğil, Çerkezlerden, Kürtlerden, Lazlardan oluştuğunu ve bunların çıkarlarının ortak olduğunu' vurgulamıştı.
Kurtuluş Savaşı başlarken Kemal Paşa, Kürtlere özerklik verilmesinden bile söz etmişti.
Kürt sorunu yeniden gündeme geldiğin­de, şahinler, Dersim isyanını sertlikle bastı­ran Atatürk'ü örnek alırken, güvercinler Mustafa Kemal' in 1920'lerdeki sözlerini ar­şivden çıkardılar.

Bitmek bilmez bir tartışma da Atatürk ve din meselesidir.
Timur Selçuk, Yaşar Nuri Öztürk gibi Ata­türkçü müminler Kur'an'la Nutuk'u bir arada saklar kütüphanelerinde... Başuçlarında Ata'nın Meclis açılışında ellerini kaldırmış dua ettiği fotoğrafı asılıdır. Fotoğrafın al­tında da Ocak 1923'teki konuşması vardır.
"Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuş­tur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.”

Onlara göre 'Atatürk dinin özüne değil, din olarak kabul edilen geleneğe ve eskimiş kurumlara karşı tavır almıştır ve vahiy ile akıl arasında uzlaşmazlık görmemiştir.

Ateistler, buna bir başka Atatürk metniyle karşı çıkar.
Onların elindeki metin, 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasıdır: "Dünyaca
bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi
programıdır. Bunun kapsadığı siyasetler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hat-
lardır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."

Demokrat Atatürk
Ve nihayet liberaldemokrat Atatürk...
Özellikle Cumhuriyetle yaşıt İktisat Kongresi'nde uygulamaya konan ekonomi
politikası ve Celal Bayar'ın Başbakanlığı döneminde hayata geçirilen uygulamalar, Atatürk'ü, İş Bankası'nın kuruluşuna imza atmış bir 'liberal devlet adamı' yönüyle öne çıkarır. Hele İsmet Paşa'nın Başbakanlığında iki kez direkten dönen çok partili rejim
arayışları onu 'demokrat' sıfatıyla bir arada değerlendirenlerin en inandırıcı kanıtıdır.
Her ne kadar Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasiyi askıya alan tüm askeri
müdahaleler, Atatürkçülük adına yapılsa da, Cumhuriyet' in asıl hedefinin demokrasi olduğuna inananlar, 'muhtaç oldukları kanıt'ı, onun Afet İnan'a verdiği el yazısı notlarında bulabilirler:

"Artık bugün demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır,
birçok müstebit hükümetlerin bu denizde boğulduğunu göstermiştir."

07-11-2003 Milliyet
Can Dündar



Türkçe'mizi yıkan Ermeni Agop'u Mustafa Kemal kurtarmış

Türkçe'mizi yıkan Ermeni Agop'u Mustafa Kemal kurtarmış
Türkçe'mizi yıkan Ermeni Agop'u Mustafa Kemal kurtarmış
Dilimizi dilim dilim... Agop Dilaçar

UYDUR UYDUR
7 Mart 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu toplanır. Arapça ve Farsça’dan gelen kelimelere savaş açılır, yerlerine yeni “tilcikler” konması için karar alınır.

...İPE DİZ...
Valide yerine doğurgaç, baba yerine doğurtgaç, aşevi yerine otlangaç, belediye için uray, mebus için saylav, sanat için dorut gibi ucubeler dayatılır ki milletimiz Agopça der bunlara...

KAKINÇ, aldatı, YONTU, söylev, gömüt, imge, NESNEL, avunç, bağıt, kaydırgaç, erek, varsıl, Açgı, basçık, alnaç, alışkı, İÇERİK, ansıma, ÇAVLAN, ardıl,

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim...
Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim! Necip Fazıl Kısakürek

Efendim onurlandırdınız.
Ne yani gururlandırdınız mı demek istiyor, şereflendirdiniz mi? Yoksa müftehir mi oldu?
İzzetli, haysiyetli, namuslu, vakarlı, erdemli, hatırlı, itibarlı, muazzez, muhterem, saygıdeğer, seciyeli...
Onur, bunların hangisi? Yeni kuşaklar “hepsi” diyecekler, eskiler “hiçbiri!”
Bakıyorsunuz Osmanlıda Rüşdiye ve İdadi mezunları bile (orta lise) sular seller gibi Fransızca konuşuyorlar.
Peki biz niye kıvıramıyoruz? Lisanımız kısırlaşmış da ondan... Bin kelimeyle iktifa edersen olacağı bu, zihni melekelerimiz dumura uğruyor.
Herkesin ağzında bir “stres”. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, sıkıntı mı, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melâl mi, enduh mu, füduret mi, hüzün mü, hüsran mı, hicrân mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi? Söyle hangisi?
Kısrak, beygir, aygır, tay, gölük, kadana, küheylan, safkan, ester, güre, kulun, midilli, rahvan... Bunların hepsi ayrı şeyler ama “at” deyip geçiyoruz alayına...
Araplar aslana esed deyip geçemiyorlar ama... Adam n’apsın? Lûgatında 20 ayrı aslan olunca...

BU LİSANLA MI?
Siyasilerimiz konuşuyor: Biizz Çin Seddinden Adriyatik kıyılarınaaa...
Ata yurda ne ile gideceksiniz sahi? Oturgaçlı götürgeçle mi?
İnanın insan özeniyor. İranlı ilk mektep talebeleri iki bin yıllık metinleri şakır şakır okuyor, biz (ki yaşımız elli) Rahmetli Menderes’in Yassıada müdafaalarını çözemiyoruz daha.
Türkçe artık Babür Şahın, Gazneli Mahmud’un, Hüseyin Baykara’nın ve Ali Şir Nevai’nin yaşadığı coğrafyada bile kullanılmıyor. Haberiniz olsun ağalar, Acemin dili patlamış gidiyor. Asya’da İran yükseliyor.
Evet Kabil’de, Gazne’de, Mezar-ı şerif’te, Kunduz’da Herat’ta oğuz boyundan kardeşlerimiz var ama ne yazık ki bizi anlayamıyorlar.

VURUN AGOP’A
Hep öyle olur. Söz dilimizdeki tahribattan açıldı mı yaylar gerilir, oklar bir Ermeni’ye döner anında.
Agop Dilaçar’a!
İyi de kimdir bu adam? Ne yapar? Nasıl yapar? Elinden kim tutar?
1. Cihan Harbi... Suriye Cephesi...
Asteğmen Agop Martayan Halep’te İngiliz subayları ile görüşüp konuştuğu için gözaltına alınır. Maksat ne olursa olsun, esirlerle temas affedilmez bir suçtur.
Sadece bizde değil bütün dünyada...
Onu ihanet-i vataniye cürmü ile zincire vurur, alır götürürler Şam’a. Belki de divan-ı harbe verilecektir, sorgudan sonra...
Kendi kendine “ben bittim” der, “demek ki buraya kadar...”

DARAĞACINDAN
Olan olmuştur artık, ifade verirken alttan almaz. Barbarlık der, eziyet der, medeniyetsizlik der ki bunlar da suçtur ayrıca. (Türk ordusuna hakaretten okka altına girebilir pekâlâ)
Komutan pek kulak vermez, gözü koltuğu altındaki kağıtlardadır zira. Ellerini çözdürür, tabancasını iade eder, çay ısmarlar.
Agop’un Lâtin harfleri ile tuttuğu müsveddeleri inceler, sorular sorar. “Yine gel konuşalım” der ve ast zabiti rahatlatıp uğurlar.
Agop şaşkındır. Onun M. Kemal olduğunu bilmiyordur daha...
Savaşın ardından bir süre Robert Kolej’de İngilizce muallimliği yapar.
Sonra Beyrut’ta bir Ermeni okuluna müdür olur. Ermeni gazetesi Luys’un Genel Yayın Yönetmenliğini de üstlenir bu arada...
Kendini Türkiye’de emniyette hissetmemiş olmalıdır ki Sofya’ya kaçar, Svabodan Üniversitesi’nde doğu dilleri okutmaya başlar. Ermeni gazetelere yazılar yollamaktadır hâlâ... Sonra ne olursa olur, TC ile arası açılır, vatandaşlıktan çıkarılır.


TDK’NIN BAŞINA
22 Eylül 1932... M. Kemal, Agop Martayan’ı Dolmabahçe Sarayı’na çağırır...
Ancak, Agop’un yurda girmesi kâbil değildir. M. Kemal ısrarcıdır. Sofya Konsolosluğunu ayağa kaldırır. Konsolos usulsüz olmasına rağmen vize vermekle kalmaz, eline ‘kolaylık gösterilsin. M. Kemal’in hususi davetlisidir” şeklinde bir mektup sıkıştırır.
Dolmabahçe Sarayında mevzu Türk dilidir. Davetliler arasında İstepan, Kevork, Mihran, Bedros ve Hrant Efendiler de vardır ki, soydaşlarını görünce içi rahatlar.
M. Kemal Birinci Türk Dil Konferansı’nda ona Türk Dil Derneği Başuzmanlığı ve ilk Genel Sekreterlik ünvânlarını bağışlar.
Agop Martayan Dilaçar, ölene kadar TDK’nın ‘Genel Yazmanı’ olarak vazife yapar.
İlk kurultayda “Türk, Sümer ve Hint dilleri arasındaki rabıtalar” hakkında bir bildiri sunar.
Tarihimizin Eti, Sümer, Urartu gibi karanlık kuyularda aranmasından rahatsız olanlar da vardır. Prof. Tahsin Banguoğlu bunlardan biridir mesela...

ADİL AÇAR!
1934’te Soyadı Kanunu kabul edilir. M. Kemal kendisine Dilaçar soyadını verir o da M. Kemal için Atatürk soyadını “önerir.”
Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi onun çapında bir akademisyenin altına imza atamayacağı nazariyelerdir. Mertçe çıkıp “gülünç olmayalım” demesi gerekir.
Ama o görüşünü belirtmez sadece emredileni yapar.
Latin harflerinin oturtulması hususunda aşırı gayret gösterir. Dil Tarih Coğrafya’da Türkoloji dersleri verir.
O kadar Türk asıllı varken “Türk Ansiklopedisi”ni hazırlanma işi de ona ihale edilir.
1979’da ölür. Nedendir bilinmez Devlet ajansı adını “A nokta Dilaçar” olarak geçer, TRT spikeri de “Adil Açar” diye okuyup ayrı bir garabete imza atar.
Agopsa Agop kardeşim, adamın adını niye saklıyorsunuz, kimden korkuyor, niye utanıyorsunuz? Doğru dürüst söyleyin “TDK baş uzmanı Agop Martayan yarın filan kiliseden kaldırılıp Şişli Ermeni Gregoryan Mezarlığına...”
Bizim cenahta hep Agop’a sövülür, yok dilimizi mahvetti de kahretti de filan...
Eğer Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan Ermeni Dil Komitesinin başına geçirmek için bir Türk arasa, hayır demeyecek bir sürü dil uzmanımız çıkar.
Ki Ermeniceyi bozup kısırlaştırmak, Ermeni çocuklarını dedesi ile anlaşamaz hale getirmek için fırsatı kaçırmazlar. Ermenicenin hece yapısını, alfabesini de değiştirirler icabında.


TDK’DA YARIM ASIR
Agop Martayan İstanbul Büyükdere’de doğar (1895).
İlk ve orta öğrenimini Gedikpaşa’da, Amerikalı misyonerlerin açtığı bir okulda tamamlar.
1915’de Robert Koleji bitirir. Lisanlara karşı meyli vardır, Ermenice ve Türkçenin yanı sıra İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarcadan da anlar.
1. Cihan Harbinde Mülazim-i Evvel (yedek zabit) olarak askere alınır. Kafkas cephesine yollanırsa da komutanları o hassas coğrafyada vazife yapmasını mahzurlu bulurlar. Suriye’ye kaydırılır. Burada M. Kemal ile tanışır ve önü açılır.
1932’de Türkiye’ye getirilir, ölünceye kadar TDK’da “baş uzman” olarak vazife yapar.


MİLLİYETÇİLİK DERSLERİ
“...Kemalizm Türkçülüğü, Ziya Gökalp Türkçülüğünü reddetmez tamamlar. Ziya Gökalp için menşe birliği mevzubahis değildi, yabancı kaynaktan gelen fakat Türk kültürüne temessül eden ve onunla kaynaşan her şey Türk’tü. Kemalizm Türkçülüğüne göre ise “her Türk asıllı olan Türk’tür”; yabancılaşmaya yüz tutmuşsa, onu tekrar kültürüne döndürmeli, zira o Türk’ün malıdır...
(Agop Dilaçar, “Alpin ırk, Türk etnisi ve Hatay halkı”, CHP Konferanslar Serisi)

KURTULUŞ GEOMETRİDE!
Atatürk’ü, siyaset olaylarının büyük bir devlet adamı yaptığı gibi, yurdun kültür sorunları da onu büyük bir eğitimci durumuna getirdiğini, bu nitelikleriyle bîr önder değil, içten, özden, yüreği açık bir Ata, kılıcı ile ulusunu kurtaran, kalemi ile de onu yükselten bir şahsiyet olarak tanımlamaktadır.
Büyük bir asker, devlet adamı, önder, eğitimci deha olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta ifade ettiği “... Millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu...” anlatmanın en güzel örneği hayatının son yılında yazdığı Geometri kitabıdır.
Agop Dilaçar


MAZHAR OLMUŞ
“Atatürk, (Elâziz) seyahati esnasında Sivas’a uğradı. Burada bir okulda (Sivas Lisesi) talebeyi imtihan ederken Hendese (Geometri) terimlerinin hâlâ eskisi gibi devam ettiğini görmüş, canı sıkılmış. Derhal, Atatürk’ün yanında bulunan Celal Bayar, Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a yazdığı bir telgrafla bu kitapların okullardan kaldırılmasını bildirmiş. Saffet Arıkan’ın cevabı şu oldu: “İlk irşadınıza bendeniz mazhar oldum.”
Asım Us

KUTUNBİTİK ALDIM
“Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım”
Gazi Mustafa Kemal

KARANLIKTA N’APCAZ?
...Teklif, tavsiye, telkıyn için ÖNERİ; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuf, berrak ve defisiter için AÇIK “sözcük”leriye yetinmek zorunda kaldığımız kafama dank etdi!
Türkolog Prof. Otto Jastrow şu tesbitte bulunuyor: “Bu yüzden Türk Dili kültürel çokkatlılığını ve nüans zenginliğini geniş ölçüde kaybederek yeniden ilk çıkdığı tek boyutlu bozkır diline yaklaşıyor.”
Aynı bağlamda babam da derdi ki “Yakında artık karanlıkda konuşamayacağız. Çünki el kol işâreti yapmaksızın merâmımızı anlatabilme imkânını kaybediyoruz.”
Yağmur Atsız

BARİ AHENKLİ OLSA
Şair Bâki “Baş eğmeziz” demiş, “edâniye dünyâ-yı dûn için, Allah’adır tevekkülümüz i’timâdımız.”
Şu inceliğe, şu derinliğe bakın. Edâni, dünya ve dûn... Üçü de “deni” kökünden geliyor, yani “alçak!”
Bir mısrada peş peşe “alçak alçak alçak” demek zorunda kaldığınızı düşünün...
Tuhaf... Acizlik... Nakarat!
Böyle bir dille ne şiir olur, ne sanat!
Ne gönül okşar, ne kulak!
Hayati İnanç

BİR İHTİMAL DAHA
Bir olasılık daha var.
O da ölmek mi dersin?
Söyle tinim ne dersin?
...İş buna gidiyordu. Yani ‘Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin’i; ‘kavuşgung başka acun, sen bir yaşama karşılıksın’ diye çevirirseniz bu Türkçe mi olacak?
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya

İz bırakanlar
İrfan Özfatura
irfan.ozfatura@tg.com.tr
03 Nisan 2011 Pazar

''Vahdettin hain'' mi dediniz?

''Vahdettin hain'' mi dediniz?
''Vahdettin hain'' mi dediniz?

ATATÜRK'TEN GEÇ GELEN İTİRAF: Yine Şahbaba'da yer alan bir anekdot, Atatürk'ün Vahdettin hakkında Nutuk'ta söylediklerinden çok farklı bir tutumundan sözediliyor Hamdullah Suphi Tanrıöver'den nakledilen anekdot şöyledir: Vahdettin'in ölüm haberi geldiğinde Adana'da bulunan Atatürk'ün sofrasında Hamdullah Suphi de vardır Atatürk, "Çok namuslu bir adam öldü İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki " 


Babası Vahdettin'in kederden öldüğünü anlatan Sabiha Sultan" Babamla, Mustafa Kemal arasında konuşup mutabık kaldıkları hususlar vardı. Yegane gayeleri vatanın istiklali idi Babam sonradan Mustafa Kemal Paşa'nın kendisini ve imparatorluğu hain insanlar gibi göstermesinden çok müteessir olmuştur Nitekim bu keder o kadar devamlı olmuştur ki, bir gece beyninde bir damar kopması hayattan kendisini ayırmıştır" diyor 


Atatürk'ün manevi kızı Ülkü İnan'ın kızı Arı İnan'ın Çağdaş Yayınları tarafından neşredilen "Tarihe Tanıklık Edenler" isimli kitabında da Sultan Vahdettin'den Atatürk'le ilgili ilginç anekdotlar yer alır Kitapta Son Osmanlı Sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa'nın oğlu İsmail Hakkı Okday'la yapılan geniş bir söyleşi yer aldı Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da saraydaki Erkan-ı Harbiye şubesini idare eden Okday bakın neler anlatıyor: "1920-1921 Anadolu'da Kuva-yı Milliye teşkil edilmiş, Yunanlılarla harp ediyordu O esnada padişah, her cuma namazdan sonra odama gelirdi Askeri durum hakkında malumat alırdı ve ne vakit milli ordumuz zafer kazansa, 'Elhamdülillah, ordularımız, İslam orduları muzafferdir" diye seviniyordu Mustafa Kemal Paşa'yı takdir ediyordu O zamanlarda durum hakkında malumat aldığında "Anadolu'dan gazete getirtebilir misin" dedi bana Getirtiriz dedim ve Hakimiyeti Milliye ve Yeni Gün gazetesi getirdik Yeni Gün gazetesini Yunus Nadi Bey neşrediyordu Hakimiyet-i Milliye hükümet gazetesi idi İki gazete de padişahın aleyhinde makale yazardı Bunları büyük bir alaka ile okurdu Bunu, Sadrazam Damat Ferit Paşa haber alınca men etmek istedi Padişaha artık gazete verilmemesi için emir verdi Tabii biz aldırmadık Fakat Damat Ferit ısrar etti ve beni Büyükada'ya sürdüler " 



Dilini koparırım senin" 

İsmail Hakkı Okday söyleşide Vahdettin'in sürgünde iken etrafındakilerin Atatürk aleyhindeki sözlerine tepki gösterdiğini de bir örnek olayla şöyle nakleder: "Kızım Hümayra San Remo'da büyükbabası Sultan Vahdettin ile beraber oturuyordu ve yaşı 8 idi Yanındaki saray kalfaları çocuğa, Mustafa Kemal Paşa aleyhinde bir şarkı öğretmişlerdi Bunu Hümeyra günün birinde bahçede oynarken söylüyormuş Büyükbabası Sultan Vahdettin pencereden bunu işitiyor ve Hümeyra'ya 'gel yukarı' diyor Hümeyra sevinerek koşuyor Zannetti ki, büyükbabası onu taltif edecek Çünkü paşanın aleyhinde söylediği için "aferin" diyecek Hoplaya zıplaya odasına giriyor 'Gel buraya kızım Sen bu şarkıyı bir daha söylersen dilini koparırım' demiş 'Mustafa Kemal Paşa büyük bir askerdir, memleketi kurtardı Böyle şarkı olmaz Bir daha söylemeyeceksin' demiş "

Murat Bardakçı'nın "Şahbaba" isimli kitabında da İsmail Hakkı Okday'ın bazı notları yer alır Bu notlarda Okday, Vahdettin'in Mustafa Kemal Paşa'nın idam hükümünü hiçbir zaman tasdik etmediğini belirtir, "Bu hüküm, Damat Ferit'in kuklası olan zavallı şeyhülislam tarafından verilmiş bir fetvaya dayanmaktaydı" der Okday, Kuva-yı Milliye'ye karşı kurulmuş olan Hilafet Ordusu teşkilindeki mesuliyetin de sadece Damat Ferit'e ait olduğunu vurgular Okday, "Damat Ferit'in bir Hilafet Ordusu kurma niyetinde olduğunu sultana bildirdiğim zaman, bu hususta hiçbir malumatı bulunmadığını ve Türk'ü Türk'e kırdırmanın zalimce bir iş olacağını söylemişti Görüşmemizden 24 saat sonra sultan beni odasına çağırdı ve Hilafet Ordusu hakkında söylediklerimi Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın yanında da tekrar etmemi söyledi Damat Ferit şiddetle haykırdı ve 'Efendimiz, bu büyük bir yalan ve palavradır Damadınıza bu bilgileri verenler yalancılar ve hainlerdir bu manasız dedikodular derhal tekzip edilecektir" dedi Hilafet Ordusu bu tekzibe rağmen bir hafta sonra kuruldu Şahbaba'da Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın şu sözleri de yer alıyor: Babam padişah olmadan evvel ve veliahd iken en çok tanıdığı ve takdir ettiği Mustafa Kemal Paşa idi Yaveri idi ve onunla Almanya seyahatini de yapmıştı Mustafa Kemal Paşa da ona çok bağlı ve hürmetkardı Memleketin en feci durumunda başa geçen babam, mücadelenin ancak Anadolu'da devam edebileceğine inanmış ve Mustafa Kemal Paşa'yı-bu işi tek başarabilecek insan saydığından-Anadolu'ya kaçmaya teşvik etmiştir Bunu bize söylediği gibi, bu kararlaşınca yanından çıkıp yaverler odasına giren Başyaver Naci Paşa, diğer yaverlere bunu gizlice tebşir etmiş ve 'Hele şükür, efendimiz Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya geçmeye ikna etmişler!' demiştir Rahmetli Yümni Paşa da bunu gayet iyi bilirdi Aralarında konuşup mutabık kaldıkları hususlar vardı: 

Evvel birbirlerini tanımıyor, mutabık kalmamışlar, ayrı ayrı iş göreceklermiş gibi hareket edilecek, iş hangi yönden selamete götürülürse sonra birleşecekler Yegane gaye vatanın selameti, kurtulması ve istiklali olacaktı Babam sonradan Mustafa Kemal Paşa'nın sözünü tutmadığından, kendisini ve imparatorluğu hain insanlar gibi göstermesinden çok, ama çok müteessir olmuş ve bunu asla hazmedememiştir 'Biz her şey olabiliriz Cahil, tecrübesiz, hatalı bir siyasete kapılmış olabilir ve zararlar da verebiliriz, amma Osmanoğlu olarak nasıl vatan haini olabiliriz? Bizi en iyi tanıyan Mustafa Kemal Paşa bunu nasıl söyler' der, derin bir keder içinde kavrulurdu Nitekim bu keder o kadar devamlı olmuştur ki, bir gece beyninde bir damar kopması hayattan kendisini ayırmıştır Ben kızı olarak ve ölümüne kadar başucunda olan en sevdiği insan olarak şunu bütün şerefimle temin ederek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün şan-şeref dolu varlığını ortaya koyarak söylemek isterim ki: Babam asla hain değildir En koyu, sağlam bir vatanseverdi, öyle yaşamış, öyle ölmüştür" Sabiha Sultan'ın anlatığına göre Vahdettin'e yüklenilen kötülüklerin tek müsebbibi, Damat Ferit'tir 

ATATÜRK'TEN GEÇ GELEN İTİRAF Yine Şahbaba'da yer alan bir anekdot, Atatürk'ün Vahdettin hakkında Nutuk'ta söylediklerinden çok farklı bir tutumundan sözediliyor Hamdullah Suphi Tanrıöver'den nakledilen anekdot şöyledir: Vahdettin'in ölüm haberi geldiğinde Adana'da bulunan Atatürk'ün sofrasında Hamdullah Suphi de vardır Atatürk, "Çok namuslu bir adam öldü İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki " demiş Bu sözleri Hamdullah Suphi kuzeni Fethi Sami Baltalimanı'na aktarmış Fethi Sami Sultan Vahideddin'in ablası Mediha Sultan'ın torunudur Vahdettin İstanbul'u terketmeden bir süre önce yanında bulunan ve kıymetli taşlar ve elmaslarla süslü Hz Osman'a ait olduğu söylenen el yazması Kuran-ı Kerim'i Topkapı Sarayı'na iade ettiği biliniyor Kalabalık maiyetiyle İstanbul'dan ayrılan Sultan Vahideddin yokluk, zaruret ve vatan hasreti içinde San Remo'da can verdi Mezarının Anadolu'ya daha yakın olduğu için Şam'da defnedilmesinin tercih edildiği söylenir

Yaptığı fedakarlık ile iç harbi önlemişti II Abdulhamit'in torunu Ertuğrul Osman, geçen yıl Yeni Şafak'ta yayınlanan bir röportajda Vahdettin'in yaptığı fedakarlığın iç harp çıkmasını engellediğini savunur Vahdettin'in Anadolu hareketine destek verdiğini belirten Osman şöyle konuşuyordu: "Sultan Vahdettin, eğer fedakarlık yaparak yurtdışına çıkmasa idi iç harp çıkardı İleriki safhalarda birtakım gelişmelerden sonra, içeride kalması halinde iç savaş çıkabileceği düşüncesi ile fedakarlık yaparak vatanından ayrılmayı tercih etti Vahdettin, başından beri Mustafa Kemal Paşa'ya destek veriyordu Mustafa Kemal, sultanın bilgisi ve emirleri ile hareket ediyordu İstanbul'daki işgal kuvvetlerine karşı, 'Biz Anadolu'daki hareketi desteklemiyoruz' demesine rağmen, sürekli olarak Anadolu'daki gelişmelerden haberdar oluyor, maddi ve manevi destek veriyordu Hatta Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkabilmesi için, İngilizlerden ve Fransızlardan izin bile almıştı

YeniŞafak


********************************************************************************


Anadolu’da bir “İstiklâl Savaşı”başlatmak üzere, eldeki işe yarar subayların listesini Genelkurmay Başkanı’ndan talep eden O… 
İstanbul’dabir takım siyaset ve iktidar oyunlarına dalmış bu subaylarla görüşerek,onlara İstanbul’da bir istikbâlin (geleceğin) bulunmadığını ve mücadele merkezinin Anadolu olduğunun gongunu çalarak uyanmalarını sağlayan, onları Anadolu’ya gitmeye ikna eden O… 
Ve onlara Anadolu’da bir takım göstermelik vazifeler vererek İstiklâl (bağımsızlık) Savaşı’nı örgütlemek üzere Anadolu’ya gönderen O…


''Vahidüddin Hân, bu plânı uygulayabilmek adına İngilizlere olabildiğince şirin gözükmeye çalışırken,perde gerisinden de Anadolu’ya gönderdiği subaylar eliyle örgütlenen Kuvay-ı Millîye’ye (Milli Kuvvetlere) olanca desteğini vermektedir 

O’na “hain” diyenler şunu unutmamalı ki, artık meşrutiyet yönetimi ile idare olunmakta olan ve işgâl altına girmiş bir devlet olan Osmanlı’da,Vahidüddin Hân’ın yetkilerinin, bugünkü cumhurbaşkanınkinden bile çok daha az olduğunu gözden kaçırmamalı (Meşrutiyet Nedir: Hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükûmet biçimi: )Ve kendisi o makamdan ayrılmış olsaydı, işgâlciler emirlerini dikte ettirecek birilerini muhakkak bulur ve o makama getirilerdi ama Vahidüddin Hân’ın o makamın imkânlarını kullanarak Anadolu’ya perde arkasından destek vermesi sözkonusu olamazdı 

O, kendisini vatanı uğruna feda etmiş, onca acılar yaşamasına,nihayetinde(sonucunda) vatanından kovulması acısını bile tatmış olmasına mukabil (karşılık), yine de yabancı ellerde vatanı aleyhine, yeni iktidar aleyhine tek bir cümle bile sarf etmemiş bir kahramandır Bilakis buna teşebbüs edenleri, en şedit (şiddetli) bir tavırla bundan men etmiştir 

Vatanına ve milletine olan bağlılığından dolayıdır ki, gurbet ellerde beş parasız ölmüş ve cenazesi ortada kalmıştır Yoksa İstanbul’dan sürülürken, Topkapı Hazineleri’nden cebine atacağı birkaç elmasla hayatının sonuna kadar lüks içinde yaşar, ihanet düşünecek olsaydı da, o hazineleri sırtlandıktan sonra,kuracağı bir ordu ile emperyalistlerin(Sömürgecilerin) desteğinde İstanbul üzerine yürürdü 

O, vatanının selâmeti için -kendine vurulacak damgayı bilerek- kendini feda etmiş ve kendinse vurulan o damganın acısını, ıstırabını kalbine gömerek, kendisinden dolayı vatanına bir zarar gelmesine mani olmak için, köşesine çekilip ölümü beklemiş bir vâkar(ağırbaşlılık) heykeli değil de nedir?


Beşer(insan) takatinin üstündeki bu ağırlıklar sürüp gider ve her gün biraz daha bastırırken, Sadrâzam Tevfik Paşa enstantane bir istifa ve onu takip edici yeni tâyinle ikinci bir kabine kuruyor Bu basit bir oyundur ve maksat, eskiler kadar silik yeni nazırların (Bakanların) iş başına getirilmesi veya eskilerden birkaçının işbaşından uzaklaştırılmasıdır 

İkinci Tevfik Paşa kabinesinin kuruluşundan bir gün sonra gazeteler bu değişikliği tenkit etmeye başlıyorlar Tenkitçiler arasında en ileri giden «Vakit» gazetesidir ve iki halis Anadolu çocuğunun (Hakkı Tarık ve Âsım Us kardeşler) sahibi bulundukları bu gazetenin başmuharriri (baş yazarı), mahut(sözü geçen) Ahmed Emin Yalman'dır Amerika'dan yeni gelmiş ve bir müddet sonra kürt ve ermenilerin istiklâlini müdafaa edecek, Türkiye'yi Amerikan mandası altına sokmak, tek kelimeyle istiklâl ve bütünlüğünden uzaklaştırmak isteyecek olan yahudilik kurmayı emrindeki bu bedbaht kalem, ilk karargâhını böyle bir gazetede kurmayı bilmiştir 

İşte bu kalem, kabinedeki değişikliği, Padişahın yakınlarından Refik Bey isimli bir şahsın hususî (özel) telkiniyle meydana gelmiş göstermekte ve isimleri iaşe (yolsuzluk) mes'elelerine karıştırılan üç nazırın kabineye alınışını şiddetle yermektedir Ona göre, bu tâyinleri Sadrâzam istememiş de, yakınının tesiri altında Padişah yaptırmıştır 

Hünkâr gazeteyi Harem dairesinden getirtip Başkâtibine gösteriyor Derken Başmâbeyinciyi de çağırtıp sözü mahut Başmuharrire (yani Ahmet Emin Yalman’a) getiriyor ve diyor ki:



«— Bu adamın siyaseten ve diyaneten (siyaset ve din bakımlarından) bu memleketle ne alâkası var? Kendisi İspanya tebaasından ve Selanik (Yahudi) dönmelerindendir!»



İşte, o günden maşatlığa (Yahudi Mezarlığına) götürüleceği güne kadar işi gücü Türkün ruh kökünü baltalamak, birliğini zedelemek, milliyet ve mukaddesat yolunda yürüyenleri çürütmek ve «Vatan»(gazetesinin ismidir) ismiyle vatanı fesada vermekten ibaret; bu eseri yazanın (Necip Fazıl’ın) baş düşmanı Ahmed Emin Yalman! 

Ve ilâve ediyor:



«— Ben umur-u devleti Refik'le istişare ederim Siz, ikiniz de Mâbeyn erkânı olduğunuz hâlde, vekilim olan Sadrâzamla aramızda cereyan eden şeyleri sizden bile ketmediyorum (saklıyorum) Neşriyat-ı vakıanın(yapılan bu yayının) münasip surette tekzip ettirilmesi size ait bir vazifedir »

Sultan Vahidüddin, yıkılan İmparatorluğun her ân omuzlarına çökücü, daha ağır yükü altında, her gün daha ezgindir 



İşte, Başkâtibine içini doküşü:



«— Ecnebiler pek Maman (aman vermez, insafsız)… Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah(c c ) bilir, bir ben bilirim! Bizi tazyik ile Meclis-i Meb'usan'i dağıttırdılar Fikirlerini ihsas değil, âdeta açıktan açığa izhar ediyorlar Ben meşrutî bir hükümdar olduğum hâlde güya mutlak bir hükümdar imişim gibi muamelede bulunuyorlar ve doğrudan doğruya bana müracaat ediyorlar Meşrutiyetten bahsedilince, hangi meşrutiyet, diye mukabele ediyorlar Karşımızda müracaat edecek kuvvet olarak yalnız sizi tanırız ve yalnız sizi pak addederiz, diyorlar Yâni sözlerimizi isga etmezseniz (yerine getirmezseniz) sizi de tanımayız, demek istiyorlar. İstikbalimizi kurtarmak İçin bizzarure bu hâllere tahammül ediliyor. Diğer taraftan bir şey için kendilerine müracaat edilince henüz münasebat-ı siyasiyemiz iade olunmadı, buradaki memurlar askerî memurlardır, diye cevap veriyorlar. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malûmat verilemiyor Elbette bir gün tarih bu Hakayikı (hakikatleri) yazar. Siz eminim olduğunuz için bu şeyleri mahremâne olarak yalnız size söylüyorum Vakıa merhum birader de dahilî bir kuvve-i galibenin taht-ı tazyikindeydi(memleket içindeki galip bir kuvvetin tahtına baskısı altındaydı); lakin ben onun kat kat fevkinde(üzerinde) olarak donanmalarıyle mücehhez bir kuvvet karşısında bulunuyorum Eğer adilâne bîgarazane (garazsızca), bîtarafane (tarafsızca) idare-i umur edecek bîr halefim olsaydı ömrümün devr-i âhirînde bu bâr-ı azîmi (muazzam yükü) Vallahi, billahi, tallahi kabul etmezdim Taht-ı saltanat ile teneşir arasında ne kadar mesafe olduğunu bilirim Siz de gözünüzle gördünüz; bir tarafta taht, bir tarafta da tabut duruyordu-»



Sultan 6 Mehmed Vahidüddin'in en yırtıcı, göğüs paralayıcı nefs muhasebesi çapındaki bu sözleri, onun, 36 Osmanlı padişahı ve belki bütün insanoğlu kadrosu içinde en talihsizi olarak, hakikatte ile büyük bir hükümdar, millet dostu ve insan olduğunu ispat eder 



O, Türk hükümdarları arasında en küçük görünmeye mahkûm, en büyüklerden biriydi .


Üstad Necip Fazıl'ın Sultan Vahidüddin adlı eserinden alıntıdır


*******************************************************************************

Araştırmacı-Yazar Vehbi Vakkasoğlu, TİMAŞ Yayınlarından 1990 yılında neşredilen "Son Bozgun" adlı araştırmasının birinci cildinde, Mareşal Fevzi Çakmak`ın ağzından Vahdettin`in Mustafa Kemal Paşa`yı Anadolu`ya milli mücadeleyi başlatması için gönderdiğini yazar. Hatta Mareşal`in bu olayı uzun yıllar sır gibi sakladığını söyler. Kitapta yer aldığına göre Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım`a ´Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe." Fevzi Paşa`nın Fitnat Hanım`a anlattıkları şöyle yer alır sözkonusu kitapta: "Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. 


"Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu`da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu`da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin." 

Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı: 

"Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?" "Haşa Padişahım." "Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?" "Haşa Padişahım." "Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?" "Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir." "O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?.." 

Hiç düşünmeden cevap verdim: 

"Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır." 

Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek: 

"Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa`yı göreceğim

Ve oyun bitti; Mustafa Kemal Atatürk'ün akrabaları Sabetayist Kapâni Yahudileri

Ve oyun bitti; Mustafa Kemal Atatürk'ün akrabaları Sabetayist Kapâni Yahudileri
Ve oyun bitti; Mustafa Kemal Atatürk'ün akrabaları Sabetayist Kapâni Yahudileri


Bilindiği gibi Sabetaycılar üç kola ayrılıyorlar. Karakaşiler, Yakubiler ve Kapâniler...

Müslüman Türklerin yetişmiş kadrolarının çeşitli cephelerde, son olarak da Filistin ve Çanakkale cephelerinde ihanetlerle kırılması ve milletimizin beyin takımlarının yok edilmesi ve sonuç olarak da Osmanlı Devleti'nin yıkılması sürecinde birlik içinde ihanet faaliyeti sergileyebilen Sabetayistler, aralarındaki husumetleri geçici bir süre de olsa göz ardı edebildiler.

Bizim aramızda Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma isimlerini taşırlarken, her şeyleri ile Türk ve Müslüman gibi görünürlerken, aslında Yahudilik davalarına hizmet ettiler, en kritik aşamalarda ekmeğini yedikleri milletimize ve vatanımıza en feci, en vahim ihanetleri, en örtülü şekilde yapmaktan geri durmadılar.

Yine, Dünya Yahudi Konseyi ve bu konseyin kontrolünde tuttuğu İngiltere'nin de desteği ile Osmanlı'nın yerine, tam bir Yahudi cenneti olarak tarif edilebilecek yeni Türkiye'yi kurdular. Cephelerde savaşıp can veren bizdik ama devleti kontrolü altına alanlar, halkı devlet zoru ile yepyeni, batılı bir ayara sokanlar onlardı...

Hemen 1924'te "Yunanistan'da kalan Türkleri ana vatanlarına getirmek" bahanesi ile bir mübadele(nüfus değiş tokuş antlaşması) da yaptılar ve ülkemizdeki Rumları Yunanistan'a gönderip Yunanistan'dan da Türk diye Yahudi dönmelerini/Sabetayistleri getirdiler... Artık nüfuzları kadar nüfusları da epey güçlenmişti. Ülkemize yeni gelen Sabetayistler devlet gücü ile bir anda en zenginler oldular. Patronlar, sanatçılar, gazeteciler, meşhurlar onlar oldular.  Ama ciddi bir sorun vardı; Gizli bir Yahudi hahamı Şemsi Efendi(gerçek adı ile Şimon Zvi) nin yetiştirmesi olan Mustafa Kemal Atatürk ve etrafındaki Sabetaycılar Kapâni koluna mensuptular. Bu durum Karakaşi kolu Sabetaycıları için rahatsız ediciydi. İki grup arasında iktidar mücadelesi hat safhadaydı.



İttihat ve Terakki'nin son Maliye bakanı olan Cavid Bey, Karakaşi gurubunun lideriydi. Meşhur İzmir Suikasti hadisesinde, Atatürk'e suikast yapacakları iddiası ile asılanların arasında Cavid Bey de vardı. Aslında suikast tertibi ile hiç bir alakası yoktu. Ama zaten bu suikast teşebbüsünü düzenleyenelerin amacı buydu; bütün muhalifleri, özellikle de Karakaşi Sabetayistleri tesirsiz hale getirmek... Yine aynı İzmir Suikasti davasında asılan Doktor Nazım da Karakaşi Sabetaycılardandı... Asanlar Sabetaycıların Kapani kolu, asılanlar ise Karakaşi koluydu. Yakın tarihte türlü türlü bahaneler ile izah edilen hadiselerin bir çoğu karakaşi-kapani kapışması yüzündendi. Bu iki gurup birbirlerini kırarlarken bile ortak sırlarını yani Sabetaycılıklarını açığa çıkarmıyorlardı.

Yine, ölümünden kısa süre önce oğlu Aydın Menderes'in de itiraf ettiği gibi Ali Adnan Menderes de Sabetaycıydı ve Karakaşi gurubuna mensuptu. Onun idama gidişinin elbette pek çok sebebi vardı ama en etkili sebep Kapanilerin Karakaşilere iktidarı kaptırma endişesi idi... Menderes, Sabetaycıların sıklıkla yaptığı gibi -er ekli bir soyadını, ERTEKİN soyadını almıştı. Sonra mahkeme kararı ile yakın arkadaşı Edhem'in soyadını aldı ve Menderes yaptı. Menderes'in eşi Berin Hanım'da meşhur Sabetaycı aile Evliyazadelerin kızı idi. Zaten Sabetaycılar asla dışarıya(sabetaycı olmayanlara) kız vermez ve dışarıdan kız almazlardı.

1990'da Cumhurbaşkanlığına aday olan ve kazanamayan İsmail Cem de Sabetaycıydı. Yine iç çekişme yüzünden kazanamamıştı. Cem, soyadı olan İpekçi'yi kullanmıyordu. İpekçiler en meşhur Sabetayist ailelerden biriydi...

Özetle, Osmanlı'nın son döneminde, yıkılışı/tasfiyesi ve yeni Türkiye'nin kuruluşunda en etkin gurup iç çekişmelerine rağmen Sabetaycılardı. Atatürk tek başına, yalnız bir kahraman değildi. Buz dağının sadece görünen yüzüydü. Dana onun doğmadığı tarihlerde binlerce aktif Sabetaycı çoktan Osmanlı'nın çeşitli makamlarını ele geçirmiş ve Osmanlı'yı yıkılışa sürüklemişlerdi. Atatürk hedefine ulaşmak için, daha sonra hain ilan edeceği Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin'in kızını bile almak istemiş, damat-ı şehriyari olarak hız kazanmak bile istemişti. Lakin teklifi kabul görmeyip red edilince bu plan gerçekleşememişti. Bilindiği gibi daha sonraki süreçte evlenip boşandığı İzmirli Latife Hanım da kendisi gibi Sabetayistti. Çankaya köşkünde vazifelendirdiği yakın hizmetlilerine kadar herkes Sabetayistti...

Buraya kadar özet bilgi vermek istedik. Bloğumuzda Sabetaycılar hakkında aylardır yeterince yayın yaptık. Şimdi asıl amacımız Kapani kolu Sabetaycılarını tanıtmak.

Bir ilginç dergi gördük. Chronicle namında bir dergi... 2005-2009 arası yayın yapmış... Ufak bir incelemede bile Sabetayist bir kadro tarafından çıkarıldığı anlaşılabilen bu dergi her nedense Kapanileri tanıtmak ihtiyacı duymuş... Tabii suya sabuna dokunmadan ve Sabetaycılıktan hiç bahis etmeden... Bizim bu güne kadar ulaşabildiğimiz ve Kapanilerin akrabalık bağlarını anlatan tek araştırma bu... Gerçi buna araştırma denir mi bilemiyoruz. Zira, özellikle son on yılda Sabetayistlerin iyice deşifre olmaları karşısında sahneye sürdükleri bir eylem planları var... Şiddetli tepki almadan usul usul kendilerini, kendi kalemşörleri ile deşifre etmek ve bu işi 150 senenin ve inanılmaz binlerce ihanetlerin, acıların, göz yaşının hesabını sorabilecek Müslüman yazarların eline bırakmamak...
Soner Yalçın ve Prof. Yalçın Küçük'ün de bu planın bir parçası olduğu kanaatindeyiz. Zaten Yalçın Küçük'ün enişteleri de dedeleri de Yahudi...

Biz sizi bu ilginç derginin dikkat çekici yazısı ile başbaşa bırakıyoruz ve Atatürk'ün de akrabaları olan Kapani Yahudilerini tanıyoruz;
(Not: Makalenin yazarı olan Duygu Özsüphandağ YAYMAN ismi de tipik bir Sabetayist kriptoloji örneği.)

****

Kapanizadeler Hem Hükümet Hem Muhalefet



Latife Hanım’dan Fahri Korutürk’e uzanan akrabalık bağları onları farklı siyasi kamplara savurdu. Kurtuluş Savaşı’nda Çakıcı Efe ile rakı içen bir babanın iki farklı oğlu; 1. Menderes Hükümeti’nden Osman Kapani ve özgürlükçü akademisyen kardeşi Prof. Dr. Münci Kapani ile onların gazeteci ve belgeselci yeğenleri Güneş Karabuda, ailenin en popüler üyeleri. Birbirinden ünlü hukukçu, doktor, diplomat, sporcu damatlar, bir de Atatürk ile kurulan bağlar, cabası!

Bir ailenin kolları nereye kadar uzanır? Kaç ailenin kolları hem Atatürk’le uzaktan akrabalığa hem Menderes hükümetinde bakanlığa hem Menderes’in en sıkı muhalifliğine hem Türkiye’nin en köklü kurumlarından, simge yapılarından birinin temelini atmaya çıkar? Kaç ailenin siyaset, ticaret, hukuk, eğitim, medya ve spor tarihlerine yazılan, bu alanlardaki konumlarıyla Türkiye’nin yazgısını değiştiren üyeleri vardır? Kapanizadeler’de bunların hepsi ve fazlası var. Lafı uzatmayalım, aile geniş. Üstelik evliliklerle aralarına katılanların da hatırı sayılır hikâyeleri var. Satırları onlara bırakalım.

Kapanizâde adı, 1800’lerin ikinci yarısında yüksek sesle söylenecek kıvama geliyor. Zira görünmeyecek gibi değil; İzmir ve çevresindeki çiftlikler, onların, imparatorluğun en büyük işadamlarından olduğunu gösteriyor. Mustafa Kapancıoğlu’nun verdiği bilgilere göre ailede ulaşılan ilk isim, tüccar Sahip Kapancızâde Esseyyidül Hacı Hüseyin Bey.

Muris Rukiye Hanım ile Hacı Hüseyin Bey’in dört çocuğu, 1800’lerin sonundan itibaren Kapanizâde adının belleklerden artık hiç silinmeyeceğinin garantisi oluyor: Hamdiye Avniye, Mehmet Reşat, Fatma Aliye ve Tahir Kapani. Dört çocuğun dördünün de ayrı çiftlikleri var. Mehmet Reşat Kapani’nin çiftliği Torbalı’da, Tahir Kapani’ninki ise Salihli Sart yakınlarında. Onlar aynı zamanda, İzmir’in ilk büyük ithalatçı ve ihracatçı ailelerinden.

Bu tarımsal ve ticari faaliyet bir yandan ailenin adını belirliyor: Bugüne ulaşan Kapani ve Kapancıoğlu soyadları “büyük depo” veya “büyük terazi, çeki” anlamına gelen “kapan” kelimesinden türüyor.

Bir yandan da çiftlikler, bulunduğu coğrafyaya yazılıyor: Sart yakınlarındaki bir köye “Kapancı” adı yadigâr kalıyor.

AĞABEY-KARDEŞ: HÜKÜMET-MUHALEFET

Hacı Hüseyin Bey’in oğlu Tahir Kapani’nin, Mediha Hanım ile evliliğinden süren soy, ailenin en popüler kanadı. Sart’taki çiftliği ile İzmir Limanı’ndan yaptığı ithalat ve ihracat işleri, Tahir Bey’i, 1914’lerde İzmir iş çevrelerinin en ünlü işadamlarından biri haline getiriyor. Bir dönem İzmir Belediyesi Karşıyaka Şube Başkanlığı görevini üstleniyor. Tarih, Tahir Kapani’nin çocukları durağına geldiğinde, ailenin ismi ülke çapında daha çok yankılanıyor. Onu, ilkin şöyle anons etmek gerekiyor:

Menderes’in bakanlarından Osman Kapani’nin ve Kamu Hukuku Profesörü Münci Kapani’nin babası, (Uşakizâde) Ömer Uşşaklı ile Ord. Prof. Baha Kantar’ın kayınpederi, gazeteci-yazar ve belgeselci Güneş Karabuda’nın dedesi Tahir Kapani!

Tahir Bey tüm çocuklarını; Osman, Münci, Mefharet (Yemişçi), Sabahattin, Atıfet (Karabuda), Hüseyin, Güner (Pamir) ve Muazzez (Kantar) Kapanizâde’yi yurtdışında okutuyor. Kardeşlerin en büyüğü, 1915 doğumlu Osman Kapani, Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin ardından Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde eğitimine devam ediyor. Yurda döndükten sonra da Türkiye’nin siyasal yazgısına yazılacak isimlerden biri oluyor. Demokrat Parti’nin kuruluşunda yer alan Osman Kapani, kısa sürede Ege Bölgesi’ndeki miting meydanlarında halkı coşturan söylevleriyle sivriliyor. Çok partili yaşamın ilk meclisine İzmir Milletvekili olarak seçilen Osman Kapani, 1950’de ilk Adnan Menderes hükümetinde, devlet bakanı olarak yer alıyor.

Ağabey, siyaseti icra ederken; kardeş, siyasetin bilimini yapıyor. Ne ki aile, bu yeni siyaset madalyonunun her iki yüzünü de görüyor. Çünkü Münci Kapani, hükümetin özgürlükleri kısıtladığını düşünen akademi cephesinde, yani bakan ağabeyine karşıt kutupta yer alıyor. Ders yılı açılışında “Gençler, düşündüklerinizi her ortamda olduğu gibi söyleyin” diyen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, Menderes tarafından görevden uzaklaştırılıyor. Bunun üzerine SBF’den Şerif Mardin, Mümtaz Soysal, Bahri Savcı, Coşkun Kırca gibi akademisyenler istifa ederken onlara Hukuk’tan katılanlar arasında Münci Kapani de yer alıyor: “Hükümet üniversiteye müdahale edemez.”

HUKUK LİTERATÜRÜNDEKİ KAPANİ

Demokrat İzmir Gazetesi Başyazarlığı yapan avukat Osman Kapani, TBMM’de dokuz, on ve on birinci dönem DP İzmir Milletvekili olarak yer alıyor. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından o da Yassıada’ya gönderiliyor. Aynı dönemde ailenin damatlarından biri de devrik bakanla aynı kaderi paylaşıyor. Kapani’nin yeğeni Rukiye Nevin Safaoğlu’nun ilk eşi, İzmir Belediye Başkanı Faruk Tunca, Balmumcu’da tutuklu bulunuyor (Tarih, Tunca’nın adını daha sonra ikinci eşi, 1952 Türkiye güzeli, ilk Avrupa güzeli Günseli Başar ile yan yana anıyor).

Osman Kapani’nin siyasi yaşamının çöküş dönemi, kardeşinin hukukçu akademisyen kimliğinin yükseliş dönemine bırakıyor yerini.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Münci Kapani adı, 1950’lerin önde gelen düşünce dergilerinden Forum’un yazı kurulunda, Bülent Ecevit, Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy gibi adların yanında yer alıyor. Kapani, 1963 yılında fakültenin Kamu Hukuku Kürsüsü Başkanı oluyor. 1964’te bölüme asistan olarak giren isimlerden biri dikkati çekiyor: Doğu Perinçek.

Kamuoyunun gündemine yakın zamanda giren Nurettin Veren’de, Kapani ailesiyle akraba.
“Politika Bilimine Giriş,” “İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları,” “Kamu Hürriyetleri” kitaplarının yazarı olan Kapani’nin, hukuk ve politika alanlarının kavramsal çerçevesine yaptığı katkılar literatüre geçiyor. Siyaset, kamu hukuku, insan hakları, anayasa mahkemesi gibi konularda halen ona atıfta bulunuluyor. “Politika Bilimine Giriş”te yazdığı; “Kamuoyu, iktidarı yapan ve yıkan bir güçtür” sözü, zihinlere kazınan alıntılardan. Siyasal iktidara getirdiği “iktidar = kuvvet + rıza (meşru olma) formülü” yeni bir açıklama biçimi olarak kabul ediliyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni -Türkiye Barolar Birliği’nin ifadesiyle- İngilizce ve Fransızca asıllarını karşılaştırarak ve eldeki eski metinlerden yararlanarak günümüz Türkçesiyle titizlikle çeviriyor. 12 Eylül 1980 darbesinin getirdiği ortamda, 1983 yılında kürsü başkanlığından istifa ediyor. Münci Kapani 1989’da; kurucuları arasında Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok gibi aydınların olduğu Atatürkçü Düşünce Derneği’nin onur kurucuları listesinde yer alıyor.

Kapani’nin öğrencilerine verdiği son ders, kuşaklar boyu bir hayat dersi olarak bugüne ulaşıyor: “Size ders anlatmaya değil, ders vermeye geldim. İki şey söyleyip gideceğim. Önce şunu belirteyim ki sizin sınıf çok iyi mevkilere gelebilecektir. Sizden sonrakilerin şansı az ama daha sonraki kuşağınki daha da az. Benim size söylemek istediğim iki şey şu: Görev yaparken: 1. Ekmekle hürriyeti birbirine tercih edilir hale getirmeyin. Aç insana hiçbirşey kabul ettiremezsiniz. 2. Fazilet ile menfaati bir araya getirmeyin. Onlar su ve şeker gibidir. Fazilet, menfaatin içinde erir gider.

Kapanizâdeler, İzmir’in pek çok tanınmış, köklü ailesiyle evlilikler yoluyla akrabalık bağları kuruyor. Kuşak sırasına göre gidersek; Hacı Hüseyin Bey’in kızı Hamdiye Avniye Hanım, İzmirli ünlü tüccar Hocazâde Ahmet (Üzümcü) Bey ile evleniyor. İzmir bu adı, şehrin en prestijli semti Alsancak’ın tek camisi, aynı zamanda protokol camisi olan Hocazâde Camii’nden tanıyor. Ahmet Üzümcü, daha sonra aynı mimara (Fahri Nişli), eşi Hamdiye Avniye Üzümcü adına bir cami de Urla’da yaptırıyor.



Türkiye'nin en kritik öneme sahip ailelerinden biri olan
Sabetayist Kapanizadeler, çok etkili isimler çıkarttılar
Hacı Hüseyin Bey’in diğer kızı Fatma Aliye Aksoy ise, Türkiye’nin atlet lakaplı ilk sporcusu Seha Aksoy ile evleniyor. 1941 Dekatlon Türkiye Rekortmeni, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Üyesi ve aynı zamanda da iyi bir bilardocu olan Seha Aksoy’un adı, Atatürk Spor Kompleksi içindeki Seha Aksoy Atletizm Pisti aracılığıyla dünyaya ulaşıyor.

Evliliklerle kurulan akrabalık bağları arasında, bir alt kuşaktaki bir soyadı, Atatürk’le bağlantısı nedeniyle ilgiyi üzerinde topluyor: Tahir Bey’in kızı Atıfet Hanım ilk evliliğini, Atatürk’ün eşi Latife Uşşaki’nin kardeşi Ömer Uşşaklı ile yapıyor. Atıfet Hanım’ın ikinci eşi ise İzmit Memleket Hastanesi Başhekimliği, Sağlık Bakanlığı’nda genel müdür yardımcılığı, müsteşarlık, Dünya Sağlık Örgütü toplantılarında delegasyon şefliği yapmış olan Dr. Nail Karabuda. Ancak boynuz, kulağı geçiyor; Güneş Karabuda’nın ünü, babasını aşıyor. Osman ve Münci dayılarının yolundan gidip hukuk okuyan Karabuda, gazeteciliğe, üniversite eğitimini aldığı Paris’te fotomuhabiri olarak başlıyor. 1961’de televizyonculuğu ekliyor kariyerine. Dünyanın dört bir yanını, hazırladığı politik, sosyal ve kültürel içerikli belgesellerle, başta İsveç Televizyonu (SVT) olmak üzere Avrupa ve Amerika’daki değişik televizyon kanallarından yansıtıyor. Tarihe tanıklık ettiği en önemli görüntülerini, Vietnam Savaşı’nın ortasından geçiyor. Karabuda’nın deneyimlerine ilişkin daha fazlasını, arkadaşı Yaşar Kemal anlatıyor: “Güneş’i 40 yıldır tanırım. Onu önce fotoğrafçı olarak tanıdım, sonra da kameraman… Bu 40 yılda Güneş şaşırtıcı bir hızla dünyayı dolaştı, filmler yaptı. Endonezya’da bir milyon kişi öldürülürken Güneş oradaydı. Şili’de Allende öldürülürken o oradaydı. Dofar gerillaları Arabistan’da çarpışırken Güneş gene oradaydı. Güneş’in maceraları saymakla bitmez. Güneş 40 yıldır dünyanın her yerindeydi.”

Aile, bir cumhurbaşkanı ile daha evlilik bağı kuruyor. Münci Kapani’nin kızı Suzan Hanım ile Türkiye’nin altıncı cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlu, eski Paris Büyükelçisi Osman Korutürk evleniyor (Osman Korutürk adı, Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi olarak da hatırlanıyor).

Tahir Bey’in diğer kızlarına gelince; Mefharet Hanım, İzmir’in bir başka ünlü tüccar ailesi Yemişçiler’e gelin gidiyor. Muazzez Hanım’ın eşi Ord. Prof. Baha Kantar ise ailenin yolunu bir kez daha Atatürk ile kesiştiriyor. Atatürk, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Kantar’ı, 1925’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin açılması üzerine buraya ceza hukuku profesörü olarak tayin ediyor. Kantar, 1935’te Türk Dili Tetkik Cemiyeti ile İçtimai İlimler Terimleri Komisyonluğu başkanlığına seçiliyor. Aynı yıl dekanlığa atanıyor, Kriminoloji Enstitüsü’nü kuruyor. Atatürk tarafından Türkiye’yi yurtdışındaki bazı toplantılarda temsil etmekle görevlendirilen Kantar’ın, üç ciltlik “Ceza Muhakemeleri Usulü” kitabı, yeni kuşaklara yol gösteriyor.

DİĞER İKİ KOLUN SOYADI KAPANCIOĞLU

Geldik yine başladığımız yere. Çünkü Hacı Hüseyin Bey’in çocuklarıyla süren kol, ailenin birinci kolu. Hacı Hüseyin Bey’in kardeş çocukları ve torunlarından gelen Kapanizade Mustabey ile eşi Katipzadelerden Hatice Naciye Hanım; çocukları Hüsnü, Ali Suphi, Nedime ve Adnan Kapancıoğlu ile birlikte ailenin ikinci kolunu sürdürüyor. Ali Suphi Bey, İzmir’in ilk meşhur şekercilerinden. İnşaat yüksek mühendisi olan oğlu Mustafa Kapancıoğlu ODTÜ’de öğretim üyeliği yaptıktan sonra, beş yıl Lizbon’da beton barajlar üzerine uzmanlık yapıyor. Türkiye’ye “Barajlar Kralı Süleyman Demirel’in öğrencisi” namıyla dönen Mustafa Kapancıoğlu, 12 Eylül öncesinin İzmir İl İmar Müdür Vekili. 12 Eylül sonrasında ise valilik tarafından “İzmir Belediyesi’ni Denetleme İmar Komisyonu Başkanlığı”na atanıyor. Engelli atlama, yüksek atlama ve mızrak atmada elde ettiği başarılar, Mustafa Kapancıoğlu’nun sporcu yanının nişanları. Hüsnü Bey’in oğlu Gündüz Kapancıoğlu ise uzun süre yaptığı İzmirliler Derneği Başkanlığı ile hatırlarda.

Hacı Hüseyin Bey’in kardeş çocuklarından Ali Rıza Bey ile Denizli Tavaslı Esma Hanım da ailenin üçüncü kolunu oluşturuyor. Eski Tariş Yönetim Kurulu üyelerinden İbrahim Kapancıoğlu ile 1977’nin Sarayköy Belediye Başkanı Rıza Kapancıoğlu, Kapanizâdelerin tüccar ve siyasetçi yetiştirme geleneğini, ailenin üçüncü kolunda yaşatanlara örnek oluyor.

****

[NOT: T.C. yasalarına göre Sabetayistleri araştırmak, incelemek, tartışmak asla suç değildir. Bu yayını özgürce beğenip paylaşabilirsiniz. Suç Türk ve Müslüman gibi gözüküyorken aslında Yahudiliğe ve çeşitli ülkelerin istihbarat birimlerine hizmet etmektir. Suç Sabetaycı olmaktır. Yahudi olmak bunu açıklama ve yahudice yaşamak suç değildir, bir tercihtir. Ama sabetaycılık doğrudan hıyanet-i vataniyye kapsamında değerlendirilmesi gereken bir husustur... Suçtur...]http://www.chronicledergisi.com/kapanizadeler-hem-hukumet-hem-muhalefet/ 

Bu güne değin en çok tıklanılanlar